Unutkanlık ile Alakalı Güzel Bir Yazı

Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona
suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde, hepiniz onun önünde secdeye kapanın.”


Meleklerin hepsi birden ona secde etti. Ancak iblis müstesna. O büyüklük tasladı
ve kafirlerden oldu. Allah buyurdu ki: “Ey iblis! Kudretimle yarattığım şeye
seni secde etmekten alıkoyan nedir? Kibir mi taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden
misin?” İblis “Ben ondan daha hayırlıyım.” dedi. “Beni ateşten,
onu ise çamurdan yarattın.” Allah buyurdu ki: “Öyleyse çık Cennetten.
Artık sen kovulmuş biri sin. Kıyamet gününe kadar lânetim senin üzerinedir.”

İblis “Ey Rabbim, onların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver”
dedi. Allah buyurdu ki: “Sen mühlet verilenlerdensin. Bu mühlet, İlâhi ilmimizde
vakti belli olan bir güne kadardır.” İblis dedi ki: “Senin izzetine
yemin olsun ben onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan ihlasa erdirdiğin
kulların müstesna.” Allah buyurdu ki: “Bu doğrudur ve Ben hakikati söylüyorum:
muhakkak ki cehennemi sen ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım.” (Sa’d
süresi 38:71-85.)

 
VE İBLİS huzurdan ayrıldı. Artık şeytanın hikayesi başlamıştı… 


Şeytan durdu ve bir süre düşündü. İşe nereden başlanabilirdi? Neler, nasıl yapılmalıydı?
İnsanlara ‘haydi Cehenneme birlikte gidelim!’ demekle bu iş olmazdı. Cehennemi,
Cennet gibi göstermek gerekirdi. İnsanoğluna düşman olduğu halde dost görünerek
onları kandırmak şimdi elzem olmuştu. Soldan yaklaşamadığı birisine sağdan da
yaklaşabilmeliydi. Strateji, ince ve hileli olmalıydı. Bu, pek de kolay görünmüyordu.
Bir kibir uğruna üstlendiği vazifenin ağırlığı çöktü omuzlarına. Vazifesini zorlaştıran
bir dizi faktörle karşı karşıya olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Her şeyden
önce insan, İslam fıtratında yaratılıyordu. Ve içinde yaşadığı kainat ta buna
şahitlik ediyordu. Semavi kitaplar ve peygamberler de buna apaçık deliller teşkil
edeceklerdi. Ve azdıramayacağı ihlasa erdirilmiş insanların her birisi onun yolunda
aşılması imkânsız birer dağ gibi duracaktı. Velhasıl işi çok zordu. Ve kendi kibirlenmesini
hatırladı. Allahın bir emrine kasten karşı gelerek sonra tevbe etmemekte direnmenin
cezası her halde ebedî cehennem olacaktı. Acaba bütün bunlara değer miydi? Dönüp
özür dilemek, bütün bu lânetli işleri binlerce sene sürdürerek sonunda ebediyyen
ateşte yanmaktan daha kolay olmasındı? ‘Ama hayır’ dedi, ‘bunu kesinlikle yapamam.’
Ben muhakkak ki üstün bir mahlûkum ve bunun anlaşılmadığını düşünüyorum. Hem bunun
artık dönüşü olmadığını ve tövbemin de kabul edilmeyeceğini zannediyorum. Artık
vakit geçirmeden işe koyulmalıyım! 


Ve bunun üzerinden bin yıllar geçti, zaman gele gele asr-ı saadet oldu. Şeytan,
bu geçen zaman süresince yeryüzünün diğer toplulukları gibi Arabistan toplumu
üzerinde de, o ilk baştaki iddiasında oldukça etkili olmuştu. Son Kitabın ve Peygamberin
(s.a.v.) gönderildiği ortamda cahiliyet ve gericilik diz boyu yaşana gelmekteydi.
Bu insanlığın en bedevi kavmini kendi kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye
kadar götüren azgınlık şekillerinden birisi de açık saçıklıktı. Hatta öyle ki,
Kabedeki putlar bile müşriklerce açık saçık biçimlerde ziyaret ediliyordu. İşte
bu zamanda ve ortamda gönderilen Resul (s.a.v.) ve nazil olunan Kur’an, inananlara
tesettürü emrediyor, nazarları helâl olmayana sarf etmeyi yasaklıyordu. Ve bu
dairede hareket etmeye çabalayan mü’minlerin kuvve-i hafızalarındaki netlik hemen
dikkati çekiyordu. Hz.Peygamberin (s.a.v.) kendisine Cebrail (a.s.) vasıtası ile
vahyedilen ayetler, bunları ilk kez ve bir kez duyan insanların hafızalarına yanlışsız
kaydediliyordu. Keza Resulullahın (s.a.v.) sözleri ve halleri de bu keskin nazarlarda
eksiksiz iz düşümünü derhal buluyordu. Bu insanların kuvve-i hafızaları bir çocuk
kadar saflaşmaktaydı. Onlar için bir şeyi bir kere görmek veya duymak, hiç unutmamacasına
öğrenmek için yeterliydi. Ve böylesi berrak nazarlarda ve keskin hafızalarda kazınan
bu sözlü kültür birikiyor, birikiyordu. 


Yine günlerden bir gün hadis konusunda uzman on âlim toplanarak, hafızasında bir
milyondan fazla hadisin senetleri ile var olduğu söylenen İmam-ı Buhari’yi denemek
için, herbiri senetlerini karıştırarak kendisine on adet hadisin doğruluğunu sorarlar.
Hepsini baştan sona dinleyen İmam, söz konusu yüz hadisi soru sırası ve doğru
senetleri ile sıralar. Bu muazzam kültür birikimi ve öğrenileni unutmama hâli,
mü’minlerin hakikat noktasında bildiklerinin bütünü ile düşünüp, bu bütünlük içinde
yaşamalarına imkân tanıyordu. Çoğunluğunu eğitimsiz hatta ümmî insanların oluşturduğu
bu toplumun birike gelen İslamî kültürü, onun fertlerinin günlük hayatlarında
bir bilinç motifi olarak her zaman yansımaktaydı. Mü’minler, aciz ve fâni oldukları,
bu dünyada bir imtihan yaşadıkları, Allah ve ahiretin var olduğu gerçeğini hiç
unutmadan yaşıyorlar, toplumsal ilişkilerini de bu gerçeklikle düzenliyorlardı.
Ve ehl-i İslam, kendilerini insanlığın zirvelerine çıkaran bu halin bereketli
meyvelerinden çok ama çok memnunlardı. 


Fakat bu durumdan hiç de memnun olmayan birisi vardı. İblis. O bu hali kıskanıyor
ve içi içini kemiriyordu. İlk insanın yaratılışındaki isyanına uygun olarak, düşmanı
olan insanın yaratıcısı ve ahiret ile bağını koparması, unutmadıklarını unutturması
gerekiyordu. Yoksa bu iddiasını kanıtlamak ve kendisi ile aynı yolun yolcularını
bulmak çok zor olacaktı. Pek te aptal olmayan şeytanın, tesettür ve harama sarf-ı
nazar etmemek emrine ittiba ile, göz kamaştırıcı parlaklıktaki kuvve-i hafızalar
arasındaki paralel ilişkiyi fark etmemesi imkansızdı. Bu çerçevede neler yapabilirim
diye kara kara düşünmeye başladı… 


Şeytanın mahiyeti ve düşünce sistematiği bütün detayları ile kendisine bildirilen
Hz.Peygamber (s.a.v.) daha o zamandan, mucizevî bir tarzda, zaman içinde gitgide
şiddetlenecek ve ahir zamanda doruğa tırmanacak olan bir umumi hastalığa karşı
mü’minleri açıkça uyarıyordu; “Ahir zamanda hafızların göğsünden
Kur’an nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor
“. Evet, bu şeytanî tasarının
adı ‘unutkanlık hastalığı’ olacaktı ve iblis planlarını bu eksende
hazırlıyordu. 


‘Benimle beraber cehennemlik olacakları belirlemek için ehl-i İslam ve İmana Allahı
ve ahireti unutturmak gerekir’ diye kurgulamaya devam etti iblis. “Bu ‘unutturma’
işini gerçekleştirebilmek için şu ‘unutmayan’ parlak kuvve-i hafızaları bozmaya
çalışmalıyım. Bu da ancak harama nazar ile mümkün olabilir. Bunun için de tesettür
emrine ilişmek şarttır.” Şimdi şeytanın ehl-i İslam üzerindeki yeni planının
ana hatları belli olmaya başlamıştı. Ve bunun devamında ikinci bir safha başlayacaktı.
Bunları uygulama safhası. 


Şeytanın fikrince, tesettür emrini kırmak için açık saçıklığı daha da teşvik etmek
gerekirdi. Bunun için nefsinin heva ve heveslerine tabi olmuş kişilerden gönüllü
yardım alınabilirdi… Derken o zamanın üzerinden bin dört yüz şu kadar sene geçerek
vakit asrımıza geldiğinde artık medeni değerler, kültür, moda, medya, tiyatro,
dans vs. ile açık saçıklık umumileşti ve sokağa düştü. Belki de medya ile evlere
kadar girdi. Ve bu tuzağın farkında olmayan ehl-i İslamda harama nazar arttıkça
nefsin hevesleri heyecana gelip, vücudunda su-i istimaller ile israfa girmesi
ve haftada birkaç kez gusül abdesti alması kaçınılmaz hale gelir. Bu durumda,
günümüzde tıbben de ispat edildiği gibi, kuvve-i hafızasına zaaf gelir, ve unutkanlık
başlar. 

Adamın birisi doktora gider. 

Doktor ‘Şikayetiniz nedir?’ der. 

Hasta ‘Unutkanlık hastalığı doktor bey.’ 

Doktor ‘Bunun belirtileri nasıl?’ 

Hasta ‘Neyin belirtileri?’ 

Doktor ‘Unutkanlık hastalığı dediniz ya!’ 

Hasta ‘Ne unutkanlığı?’ 


Harikulade parlak kuvve-i hafızaların nereden nereye geldiğini anlatan bu misâl
aynı zamanda ehl-i İslamın yıpranmışlığının boyutlarını da ortaya koymakta. Günümüzde
herkesin az ya da çok şikayet ettiği bu hastalık, açık saçıklıkla paralel şiddetini
de arttırarak devam etmekte. Zamanımız insanını, başladığı bir işi, hatta bir
cümleyi bile tamamlayamayacak hale getirebilen bu unutkanlık illeti, ciddiye alınmazsa,
çok kere ehl-i İslamda bu hayatın gerçeklerini unutarak yaşama temayülleri ortaya
çıkartmakta. Allah ve Resulü ise, ehl-i imana ve ehl-i hakikate yakışmayan bu
halden kaçınmamızı istemekte. Ve ilgili hadisten çıkardığı dersle İmam-ı Şafii’
(r.a.) bu hükmü açıkça belirtmiş; “Harama nazar, unutkanlık verir”.
Bu derdin dermanı ise, mümkün oldukça harama sarf-ı nazar etmemektir.